Uluslar arası bir otomobil markasının, İstanbul’daki bir bayisinde satış müdürlüğü yapıyorum o yıllar.
Yoğun bir kampanya dönemindeyiz. Distribütör firma, indirimler yapmış, vadeleri uzatmış. Kampanya dönemlerindeki bilinen o yoğun müşteri ziyaretleri had safhada.
Kimsenin başını kaşıyacak vakti yok. Öyle ki Pazar günleri bile çalışıyor, müşterileri deneme sürüşlerine çıkartıyoruz.
Yine o yoğun günlerden birinde, galeriden içeri genç ve düzgün giyimli bir bey girdi. Showroomu dolaşıyor. Aramıza yeni katılan satış personelimiz, hemen yanına yanaştı müşterinin. Hoş geldiniz deyip, kendini tanıttıktan sonra, müşterinin o an bakındığı aracı anlatmaya başladı.
“Bu araç sınıfının en ekonomik aracıdır beyefendi. Ne zaman benzin aldığınızı unutursunuz. Bagaj hacmi son derece yüksektir. İçi fevkalade geniştir. Alın yengeyi, çoluk çocuk dünyayı gezin. Arka koltuğu yatırırsanız, otele bile para vermezsiniz valla.”
Diye bütün maharetini göstererek anlatıyor. Adam sessizce dinliyor bizimkini.
Neyse, önceden ezberlenmiş tanıtım cümlelerini bitirdi ve işini çok iyi yapmış olmanın verdiği kendine güven ifadesiyle, gelecek olumlu cevabı beklemeye başladı “potansiyel alıcısından”.